15 Nisan 2015 Çarşamba

BU TANRI BAŞKA


            Ateşe verebileceğimiz bir adamız olsaydı, bu kadar çok “lütfen” ya da “teşekkür ederim” der miydik acaba? Beş çayında değiliz. Konuşarak hallolmuyor meseleler. Öyleyse medeniyetimize güvende bu kadar ısrarın anlamı yok. Buyurun bu siyah beyaz adaya. Zavallı ada. Film başlıyor.
            Sağ kolum Edi’yle oturduk yine. Karşımızda çocuklar. Denize düşen uçaktan burunları bile kanamadan kurtulmuşlar. İkişer, üçer, beşer kıyıya yol aldılar. Suya varışın ilk yolcuları birbirleriyle tanıştı. Biri Ralph. Peki diğeri? Adını söylemek yerine endişesinden dem vuruyor. “Bana Domuzcuk deme de ne dersen de” diyor. Hem şişman, hem de gözlüklü. Öteki olmak için yeter de artar bile. Ama Domuzcuk bu öteki olma durumunu başka mertebeye taşımış: farklıyım ama sizin bende gördüklerinizle değil. Domuzcuk’un astımı var. Astımlı olmak bir ayrıcalıktır; çirkin olmaktan daha iyidir hiç olmazsa. Ralph hızlı yürür, yüzer. O ise yavaş yürür, yüzmez. “Teyzesinin sözünden de hiç çıkmıyor baksana”. Haklısın Edi. Teyzenin de etkisi büyük bu astım konusunda. Büyüklerin sözünden çıkmamak gerekir ne ki o yasaklı sözler işimize geliyorsa. Üfleyip öttüreceğimiz koca bir deniz kabuğumuz da yoksa vay haline büyüklerin. Denizin o dakikalar cömertliği üstünde; kıyıda bir kabuk. Adını Domuzcuk veriyor. “Versin bakalım. Kendi adı unutturulmuş birinin bu kadar da hakkı olsun değil mi?”. Kabuğun adı Şeytanminaresi imiş. Bunun gibi bir tanesini komşularının arka duvarında asılı görmüş. Komşu çocuk Şeytanminaresi’ni öttürünce annesi gelirmiş. Ne yazık ki bu adadaki Şeytanminaresi, bıçağın yanında komik bir oyuncaktan fazlası olamayacak. İster öttür, ister öttürme ne ki kuralların canı cehenneme atıldıktan sonra.  
            Çocuklar çoğalınca toplanıp düzen sağlamak gerekti. Kıyıdan az ötede, biraz yüksekte toplanıp tanışadursunlar, adanın ıssızlığını duman altında bırakacaklar çift sıra halinde geldiler. Önde Jack. Uzun çocuk, hırslı çocuk, giderek zalimleşecek çocuk, ama görüntüsü yine de çocuk Jack. Kilise Korosu öğrencileri ilahiyle geldiler; sırtlarında papaz pelerinleriyle: MERHAMET ET TANRIM, MERHAMET ET TANRIM. Tanrı’dan merhamet dilerken kanın şırıl şırıl akışından zevke varınca artık değil merhamet dilemek, Tanrı’nın kendisi bile unutuldu. Böylesi daha kolaydı da ondan. Ey Tanrı hem zevki ver, hem de ona varmayı yasakla. Öyleyse artık Tanrı biziz. Jack kibirle seslendi korodakilere: Avcılarım, pelerinlerinizi atın. Sahne sırası bıçakta. Jack’in avcı mertebesine çıkardığı korodaki çocukların pelerinlerini komik bulup gülenlere söz yetmez. Çünkü ortada azarlayacak bir büyük yok. Öyleyse ağaca saplanan bıçak meseleyi kökünden halleder. Halletti. Çocukların sesi bıçak gibi kesildi. “Şeytanminareli Ralph yerine bıçaklı Jack lider olmalıydı. Bakışları dehşet”. Dehşet saçan her şeyi en tepeye koyma Edi. “Koymam da koyuyorlar ama. Korkunun gözünü seveyim, gücün elinden öpeyim”. Sesini keserim. “Hangi bıçakla? Ağaca saplananla mı yoksa domuzun gırtlağına dayananla mı?”. Bıçak aynı bıçak ama Jack aynı Jack olmayacak. Kanı gören iflah olur mu hiç? “Olmaz olmamasına da bana kalırsa güç önemli. Kaba güç Jack’te. Ralph’in oyuncağı Şeytanminaresi değil de bıçak olsaydı Jack’in yaptıklarını yapar mıydı acaba? İnsanın içi bulanık tamam ama herkesin kusmuğu da farklı işte. Jack’in bulanıklığı daha kara. Ada keşfinde domuzun gırtlağının dibine kadar yaklaştırdığı bıçağı sokamadıysa daha zamanı gelmediğindendi. Kusma zamanı. Bir de tabii gücün farkına, tadına varma zamanı”. Sus Edi. “Kıskanma beni”. Kibirli şey.
            Orada öylece, göğün yerin arasında bir yerde kendiliğinden duran kayayı haydi bir gayret itelim, kaya yuvarlansın, içimiz gıdıklansın, rahat edelim. “Çocukların şımarıklığı;  oyuncaklarını da kırardı bunlar”. Öyle değil işte Edi. Yediden yetmişe doğanın gücüne kafa tutuyoruz. O güç bizde olsun istiyoruz. Almak için de taş üstünde taş bırakmıyoruz. Kayaların dili olsaydı da konuşsalardı kim bilir neler anlatırlardı. “Kaya yuvarlandı gitti. Adanın ada olduğu üç keşifçi çocuk tarafından keşfedildi. Şimdi sıra savaşmak için bir Canavar yaratmaya geldi”. Yaratmaya ne gerek, Simon’un da dediği gibi Canavar biziz oysa. Bunu seyretmek ürküttü beni. Kimileri filmde bir “büyüme hikâyesi” klişesi bulabilir. “Ben bulamıyorum”. Ne buluyorsun öyleyse? “İnsanın ne kadar zalim, vahşi bir canlı olduğunu buldum ben. Çocuk bile olsa”. Sen Edi değil de ben olsaydın bu kadar rahat olamazdın. Ağzına geleni deyiveriyorsun. Ben senin kadar dürüst değilim. Sözleri boyamaya ihtiyacım var. Tıpkı çocukların öldürmeye başladıktan sonra boyandıkları gibi. Adaya gömlek kravat, omuzlarda da pelerinle gelen Jack yarı çıplak soyunuyor, göğsünü yüzünü adanın meyveleriyle boyuyor. Avcıları da tabii. Artık ilahinin değişme zamanı geldi çattı: ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA; ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA.
            Kayayı yerinden edenlerle, kertenkeleyi sevenler aynı adada. Canavar’ı yaratan akıl sahipleriyle, O’nun varlığına asla inanmayan akıl sahipleri de öyle. Akıl akıldan ne kadar da farklı. Simon’nun aklı kayalıklardaki kuytuda yatanı bir pilot cesedi olarak görürken, diğerleri ama en çok da Jack’in aklı ise Canavar olarak görüyor. Çünkü iktidarın güce; gücün de tebaa korkusuna ihtiyacı var. Dağın zirvesinde olan şudur: Sen Şeytanminareli kibar çocuk, sen mi koruyacaksın bizi Canavar’dan? Kuralların canı cehenneme. Seçilmiş olman da öyle. Avcılar domuzu ateşe atın. Ete ihtiyaç var. Kana ihtiyaç var. Kurtarılmaya ihtiyaç var. Domuzun kellesi mızrağın ucunda Canavar’a adanır. İşler böylece hallolur. Olur mu acaba? Olmaz tabii ne ki öldürülen sadece adanın değersiz çirkin hayvanı olmadıktan sonra. Simon ile Domuzcuk dışında hepsi öyle çok korkarlar ki, yağmur şimşek gök gürültüsü derken içlerindeki Canavar çığlık çığlığa çıkar. ÖLDÜR, ÖLDÜR, ÖLDÜR. En küçüklerinden en cesur olanı öldürülür. Çocuk eti yenmez. Bu sefer ateşe değil, denize attılar. Hani aklı kaybetmeyecek, her şeyi doğru yapıp en kısa zamanda evlerine gideceklerdi? “Akıl da amma fırıldak şey. Bir dönünce tam dönüyor”. Döndürene bak sen. “Korku”. Bir o mu Edi? “Şimşek falan filan”. Sen de Domuzcuk gibi kaza süsü vermeye çalışma. Canavar’ın varlığıyla her şeyin anlamını yitireceğini düşündüğü için Ralph kadar yıkılmıyor o korkunç cinayetten. Avcıların birer Canavar’a dönüştüklerini görüyor görmesine de iş işten geçiyor. Ne de olsa bir ölü kendini kandıramaz artık. O gece o büyük ateşin etrafında dönenler, büyüklerin olmadığı bir dünyada ellerindeki özgürlükle ne yapacaklarını şaşırmış güç sarhoşlarıydılar. Ceza yoksa sınır da yok. Gidebilecekleri kadar giderler. Korku bahane. Onu azdıran doğa harikaları da. İşte tam da burada Domuzcuk gibi sormak istiyorum sana; yüzü boyalı vahşi sürüsünden biri mi, yoksa Ralph gibi mantıklı biri mi olmayı seçiyorsun? “Gerildim”. Bu iyi işte. Mal gibi seyretmektense yay gibi gerilmek daha iyi. “Aklımı da hesaba kat”. Duyguları da. Film öyle daha güzel anlatır kendini. Sen onun karşısında akılla, duyguyla donanınca yani. Sağlam kal, sıkı dur.
Ralph çok çaresizken filmi durdurduk. Edi dün gece gördüğü rüyasını anlattı. “Eşek olarak gördüm kendimi. Eskiden kışın soba küllerinin döküldüğü bir tümseğimiz vardı. Tepe diyelim. O tepedeydim işte. Küllerin üstünde debeleniyordum. Kalkmak için epey uğraştım. Sırtım, ayaklarım gri olmuştu. Sonra dört ayağım üstüne dikildim. Evlere doğru zırladım”. Anırdın yani. “Eşek anırır diyorsun anladım da rüyamdaki aksakallı öyle demiyor işte. Öyle zırladım öyle zırladım ki evlerde insan kalmadı. Hepsi tepeye sökün etti. Önde de O”. Dedemiz; sakalı ak. “Kesme, dur. Ey eşek diye seslendi bana. Sen dedi; yüceleceksin. O zırıltını sadece bu arkamdaki kuru gürültü değil, vallahi de billahi de yedi cihan duydu. Büyük biri olacaksın. Herkes sana ağam paşam diyecek. Birden ben, ben oldum”. Sonra. “Bu kadar”. Sen, sen olunca bir şey demedin mi aksakallı dedeye? “Uyanınca geldi aklım başıma. O zaman dedim ama dede mede çoktan gitmişti”. Peki ne dedin? “Bu kaçıncı eşekliğim eşekoğlueşek, haydi oradan dedim”. Kendine inanmazsan daha çok eşek olursun. Dede iyi ki de gitmiş. Yoksa duysa çok ayıp olurdu. Öte taraftan kalkmış gelmiş uykuna, girmiş rüyana. “Gelmeseydi. Bu rüyayı niye anlattım?”. Sahi niye, hem de film bitmek üzereyken? “Sabah anlatmadım diye anlattım. Bir de filmin sonundan çekindim; ya unutturursa rüyamı”. Başımı sağa sola sallıyorum Edi. “Görüyorum”. Seyre devam.
Vahşi sürüsünün iki ucu da sivriltilmiş mızraklarından, öfkeli seslerinden; adayı saran dumandan, Domuzcuk ile Simon’un korkutan sonundan kaçmaya çalışan Ralph kan ter içinde kaldı. Koştu korktu; korktu koştu. Çocuk yoruldu. Tökezledi. Bir çift koca ayakkabının dibine düştü. Ayakkabı değilmiş ki? Onlar ne büyük ayaklar öyle! Tanrı su kenarında bekliyordu işte. Korkma Ralph bu Tanrı başka. Canavar’ı yaratan ilk akıl sahibi yaklaştı. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalınca, akıl şaşıp kalıyor. O küçük çocuğun gerçeğe ihtiyacı vardı. Ralph’in Tanrı’sına işaret parmağını uzattı. Dokunmak sonra da hissetmek için. Gerçekmiş. Söz ağızından çıkmaya uğraştı, olmadı. Dudaklar açılıp kapandı ama çıt yoktu. Acaba ne diyecekti? “Amca şu vahşileri dövsene”. Yaşasın büyükler. Yaşasın kurtulduk. Ralph ağlama ya da ağla. “Ağlıyor zaten”. Haklısın Edi, çok güzel ağlıyor.
Film bitti. Rüyan hâlâ hatırında mı Edi? “Ne rüyası?”. Bilmem. Sıkıldım senden. Edi’yi çıkarıp attım kolumdan. Uyuyacağım. Uyumadan önce de, rüyamda mutlu olmasalar da hiç olmazsa kimseye dünyayı dar etmeyecek kadar iyi huylu, huzurlu insanlar göreyim diye dua edeceğim. Tüm dünya için elimden, rüya görmekten başka bir şey gelmiyor. Tanrı duy.

NOT: Film “Sineklerin Tanrısı”; Yönetmen “Peter Brook”.



Sözcükler Dergisi 54. (Mart-Nisan 2015/2) Sayısında Yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder