Ateşe verebileceğimiz bir adamız olsaydı, bu kadar çok
“lütfen” ya da “teşekkür ederim” der miydik acaba? Beş çayında değiliz.
Konuşarak hallolmuyor meseleler. Öyleyse medeniyetimize güvende bu kadar
ısrarın anlamı yok. Buyurun bu siyah beyaz adaya. Zavallı ada. Film başlıyor.
Sağ kolum Edi’yle oturduk yine. Karşımızda çocuklar.
Denize düşen uçaktan burunları bile kanamadan kurtulmuşlar. İkişer, üçer, beşer
kıyıya yol aldılar. Suya varışın ilk yolcuları birbirleriyle tanıştı. Biri
Ralph. Peki diğeri? Adını söylemek yerine endişesinden dem vuruyor. “Bana
Domuzcuk deme de ne dersen de” diyor. Hem şişman, hem de gözlüklü. Öteki olmak
için yeter de artar bile. Ama Domuzcuk bu öteki olma durumunu başka mertebeye
taşımış: farklıyım ama sizin bende gördüklerinizle değil. Domuzcuk’un astımı
var. Astımlı olmak bir ayrıcalıktır; çirkin olmaktan daha iyidir hiç olmazsa.
Ralph hızlı yürür, yüzer. O ise yavaş yürür, yüzmez. “Teyzesinin sözünden de
hiç çıkmıyor baksana”. Haklısın Edi. Teyzenin de etkisi büyük bu astım
konusunda. Büyüklerin sözünden çıkmamak gerekir ne ki o yasaklı sözler işimize
geliyorsa. Üfleyip öttüreceğimiz koca bir deniz kabuğumuz da yoksa vay haline
büyüklerin. Denizin o dakikalar cömertliği üstünde; kıyıda bir kabuk. Adını
Domuzcuk veriyor. “Versin bakalım. Kendi adı unutturulmuş birinin bu kadar da
hakkı olsun değil mi?”. Kabuğun adı Şeytanminaresi imiş. Bunun gibi bir
tanesini komşularının arka duvarında asılı görmüş. Komşu çocuk
Şeytanminaresi’ni öttürünce annesi gelirmiş. Ne yazık ki bu adadaki
Şeytanminaresi, bıçağın yanında komik bir oyuncaktan fazlası olamayacak. İster
öttür, ister öttürme ne ki kuralların canı cehenneme atıldıktan sonra.
Çocuklar çoğalınca toplanıp düzen sağlamak gerekti.
Kıyıdan az ötede, biraz yüksekte toplanıp tanışadursunlar, adanın ıssızlığını
duman altında bırakacaklar çift sıra halinde geldiler. Önde Jack. Uzun çocuk,
hırslı çocuk, giderek zalimleşecek çocuk, ama görüntüsü yine de çocuk Jack.
Kilise Korosu öğrencileri ilahiyle geldiler; sırtlarında papaz pelerinleriyle:
MERHAMET ET TANRIM, MERHAMET ET TANRIM. Tanrı’dan merhamet dilerken kanın şırıl
şırıl akışından zevke varınca artık değil merhamet dilemek, Tanrı’nın kendisi
bile unutuldu. Böylesi daha kolaydı da ondan. Ey Tanrı hem zevki ver, hem de
ona varmayı yasakla. Öyleyse artık Tanrı biziz. Jack kibirle seslendi
korodakilere: Avcılarım, pelerinlerinizi atın. Sahne sırası bıçakta. Jack’in
avcı mertebesine çıkardığı korodaki çocukların pelerinlerini komik bulup
gülenlere söz yetmez. Çünkü ortada azarlayacak bir büyük yok. Öyleyse ağaca
saplanan bıçak meseleyi kökünden halleder. Halletti. Çocukların sesi bıçak gibi
kesildi. “Şeytanminareli Ralph yerine bıçaklı Jack lider olmalıydı. Bakışları
dehşet”. Dehşet saçan her şeyi en tepeye koyma Edi. “Koymam da koyuyorlar ama.
Korkunun gözünü seveyim, gücün elinden öpeyim”. Sesini keserim. “Hangi bıçakla?
Ağaca saplananla mı yoksa domuzun gırtlağına dayananla mı?”. Bıçak aynı bıçak
ama Jack aynı Jack olmayacak. Kanı gören iflah olur mu hiç? “Olmaz olmamasına
da bana kalırsa güç önemli. Kaba güç Jack’te. Ralph’in oyuncağı Şeytanminaresi
değil de bıçak olsaydı Jack’in yaptıklarını yapar mıydı acaba? İnsanın içi
bulanık tamam ama herkesin kusmuğu da farklı işte. Jack’in bulanıklığı daha
kara. Ada keşfinde domuzun gırtlağının dibine kadar yaklaştırdığı bıçağı
sokamadıysa daha zamanı gelmediğindendi. Kusma zamanı. Bir de tabii gücün
farkına, tadına varma zamanı”. Sus Edi. “Kıskanma beni”. Kibirli şey.
Orada öylece, göğün yerin arasında bir yerde
kendiliğinden duran kayayı haydi bir gayret itelim, kaya yuvarlansın, içimiz
gıdıklansın, rahat edelim. “Çocukların şımarıklığı; oyuncaklarını da kırardı bunlar”. Öyle değil
işte Edi. Yediden yetmişe doğanın gücüne kafa tutuyoruz. O güç bizde olsun
istiyoruz. Almak için de taş üstünde taş bırakmıyoruz. Kayaların dili olsaydı
da konuşsalardı kim bilir neler anlatırlardı. “Kaya yuvarlandı gitti. Adanın
ada olduğu üç keşifçi çocuk tarafından keşfedildi. Şimdi sıra savaşmak için bir
Canavar yaratmaya geldi”. Yaratmaya ne gerek, Simon’un da dediği gibi Canavar
biziz oysa. Bunu seyretmek ürküttü beni. Kimileri filmde bir “büyüme hikâyesi”
klişesi bulabilir. “Ben bulamıyorum”. Ne buluyorsun öyleyse? “İnsanın ne kadar
zalim, vahşi bir canlı olduğunu buldum ben. Çocuk bile olsa”. Sen Edi değil de
ben olsaydın bu kadar rahat olamazdın. Ağzına geleni deyiveriyorsun. Ben senin
kadar dürüst değilim. Sözleri boyamaya ihtiyacım var. Tıpkı çocukların öldürmeye
başladıktan sonra boyandıkları gibi. Adaya gömlek kravat, omuzlarda da
pelerinle gelen Jack yarı çıplak soyunuyor, göğsünü yüzünü adanın meyveleriyle
boyuyor. Avcıları da tabii. Artık ilahinin değişme zamanı geldi çattı: ÖLDÜR,
BOĞAZINI KES, PARÇALA; ÖLDÜR, BOĞAZINI KES, PARÇALA.
Kayayı yerinden edenlerle, kertenkeleyi sevenler aynı
adada. Canavar’ı yaratan akıl sahipleriyle, O’nun varlığına asla inanmayan akıl
sahipleri de öyle. Akıl akıldan ne kadar da farklı. Simon’nun aklı
kayalıklardaki kuytuda yatanı bir pilot cesedi olarak görürken, diğerleri ama
en çok da Jack’in aklı ise Canavar olarak görüyor. Çünkü iktidarın güce; gücün
de tebaa korkusuna ihtiyacı var. Dağın zirvesinde olan şudur: Sen
Şeytanminareli kibar çocuk, sen mi koruyacaksın bizi Canavar’dan? Kuralların
canı cehenneme. Seçilmiş olman da öyle. Avcılar domuzu ateşe atın. Ete ihtiyaç
var. Kana ihtiyaç var. Kurtarılmaya ihtiyaç var. Domuzun kellesi mızrağın
ucunda Canavar’a adanır. İşler böylece hallolur. Olur mu acaba? Olmaz tabii ne
ki öldürülen sadece adanın değersiz çirkin hayvanı olmadıktan sonra. Simon ile
Domuzcuk dışında hepsi öyle çok korkarlar ki, yağmur şimşek gök gürültüsü
derken içlerindeki Canavar çığlık çığlığa çıkar. ÖLDÜR, ÖLDÜR, ÖLDÜR. En küçüklerinden en cesur olanı öldürülür. Çocuk eti
yenmez. Bu sefer ateşe değil, denize attılar. Hani aklı kaybetmeyecek, her şeyi
doğru yapıp en kısa zamanda evlerine gideceklerdi? “Akıl da amma fırıldak şey.
Bir dönünce tam dönüyor”. Döndürene bak sen. “Korku”. Bir o mu Edi? “Şimşek falan
filan”. Sen de Domuzcuk gibi kaza süsü vermeye çalışma. Canavar’ın varlığıyla
her şeyin anlamını yitireceğini düşündüğü için Ralph kadar yıkılmıyor o korkunç
cinayetten. Avcıların birer Canavar’a dönüştüklerini görüyor görmesine de iş
işten geçiyor. Ne de olsa bir ölü kendini kandıramaz artık. O gece o büyük
ateşin etrafında dönenler, büyüklerin olmadığı bir dünyada ellerindeki
özgürlükle ne yapacaklarını şaşırmış güç sarhoşlarıydılar. Ceza yoksa sınır da
yok. Gidebilecekleri kadar giderler. Korku bahane. Onu azdıran doğa harikaları
da. İşte tam da burada Domuzcuk gibi sormak istiyorum sana; yüzü boyalı vahşi
sürüsünden biri mi, yoksa Ralph gibi mantıklı biri mi olmayı seçiyorsun?
“Gerildim”. Bu iyi işte. Mal gibi seyretmektense yay gibi gerilmek daha iyi.
“Aklımı da hesaba kat”. Duyguları da. Film öyle daha güzel anlatır kendini. Sen
onun karşısında akılla, duyguyla donanınca yani. Sağlam kal, sıkı dur.
Ralph
çok çaresizken filmi durdurduk. Edi dün gece gördüğü rüyasını anlattı. “Eşek
olarak gördüm kendimi. Eskiden kışın soba küllerinin döküldüğü bir tümseğimiz
vardı. Tepe diyelim. O tepedeydim işte. Küllerin üstünde debeleniyordum.
Kalkmak için epey uğraştım. Sırtım, ayaklarım gri olmuştu. Sonra dört ayağım
üstüne dikildim. Evlere doğru zırladım”. Anırdın yani. “Eşek anırır diyorsun
anladım da rüyamdaki aksakallı öyle demiyor işte. Öyle zırladım öyle zırladım
ki evlerde insan kalmadı. Hepsi tepeye sökün etti. Önde de O”. Dedemiz; sakalı
ak. “Kesme, dur. Ey eşek diye seslendi bana. Sen dedi; yüceleceksin. O
zırıltını sadece bu arkamdaki kuru gürültü değil, vallahi de billahi de yedi
cihan duydu. Büyük biri olacaksın. Herkes sana ağam paşam diyecek. Birden ben,
ben oldum”. Sonra. “Bu kadar”. Sen, sen olunca bir şey demedin mi aksakallı
dedeye? “Uyanınca geldi aklım başıma. O zaman dedim ama dede mede çoktan
gitmişti”. Peki ne dedin? “Bu kaçıncı eşekliğim eşekoğlueşek, haydi oradan
dedim”. Kendine inanmazsan daha çok eşek olursun. Dede iyi ki de gitmiş. Yoksa
duysa çok ayıp olurdu. Öte taraftan kalkmış gelmiş uykuna, girmiş rüyana.
“Gelmeseydi. Bu rüyayı niye anlattım?”. Sahi niye, hem de film bitmek
üzereyken? “Sabah anlatmadım diye anlattım. Bir de filmin sonundan çekindim; ya
unutturursa rüyamı”. Başımı sağa sola sallıyorum Edi. “Görüyorum”. Seyre devam.
Vahşi
sürüsünün iki ucu da sivriltilmiş mızraklarından, öfkeli seslerinden; adayı
saran dumandan, Domuzcuk ile Simon’un korkutan sonundan kaçmaya çalışan Ralph
kan ter içinde kaldı. Koştu korktu; korktu koştu. Çocuk yoruldu. Tökezledi. Bir
çift koca ayakkabının dibine düştü. Ayakkabı değilmiş ki? Onlar ne büyük
ayaklar öyle! Tanrı su kenarında bekliyordu işte. Korkma Ralph bu Tanrı başka.
Canavar’ı yaratan ilk akıl sahibi yaklaştı. Hayalle gerçek arasında sıkışıp
kalınca, akıl şaşıp kalıyor. O küçük çocuğun gerçeğe ihtiyacı vardı. Ralph’in
Tanrı’sına işaret parmağını uzattı. Dokunmak sonra da hissetmek için.
Gerçekmiş. Söz ağızından çıkmaya uğraştı, olmadı. Dudaklar açılıp kapandı ama
çıt yoktu. Acaba ne diyecekti? “Amca şu vahşileri dövsene”. Yaşasın büyükler.
Yaşasın kurtulduk. Ralph ağlama ya da ağla. “Ağlıyor zaten”. Haklısın Edi, çok
güzel ağlıyor.
Film
bitti. Rüyan hâlâ hatırında mı Edi? “Ne rüyası?”. Bilmem. Sıkıldım senden.
Edi’yi çıkarıp attım kolumdan. Uyuyacağım. Uyumadan önce de, rüyamda mutlu
olmasalar da hiç olmazsa kimseye dünyayı dar etmeyecek kadar iyi huylu, huzurlu
insanlar göreyim diye dua edeceğim. Tüm dünya için elimden, rüya görmekten
başka bir şey gelmiyor. Tanrı duy.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder